Anne-babaların en büyük isteğidir geride kalan çocuklarının kendi ayaklarının üzerinde durabilecek kabiliyete erişmesi. Kimi zaman "öz güven" kimi zaman da "kendine güven" diye tarif edilen bu terbiye yöntemi ne kadar doğrudur? Kendine güvenen çocuk nasıl yetiştirilir? konulu birçoğu çeviri olan bu eserler, bizim terbiye metodumuza ne kadar uygundur? Ya da şöyle sorarsak kendine güvenen çocuk yetiştirmek doğru mudur?
Batı kaynaklı pedagoglar, terbiye açısından sağlıklı bir çocuğu tarif ederken "kendi ayakları üzerinde durabilen ve hayatının geri kalan kısmını kimseye muhtaç olmadan yürütebilecek cesareti kendinde bulan çocuk, sağlıklı yetiştirilmiş çocuktur..." tarzındaki ifadeleri kullanırlar. Ne yazık ki günümüzdeki çocuk terbiyesinin hedefi, bu mantık üzerine şekillenmekte!
Kendi Ayakları Üzerinde Durmak, İnsanı Yorar
Çocuk Psikolojisi alanında kariyer yapmış bir profesör, "Çocuklarımıza kendi ayakları üzerinde durup kimseye muhtaç olmadan yaşamaları gerektiğini öğretirken ne yazık ki büyük bir hata yaptık. bir şeyi hesap edemedik; günümüz insanı artık kendine çok güveniyor ve her şeyi yapmaya cesaret duyabiliyor. Hiç çekinmiyor. Korkmuyor. Artık insanlar kendilerinin dışında kimseye güvenmiyorlar. Maalesef bu mantıkla, hastalıklı bir ruha sahip insanlar meydana getirdik. Hayat bir mücadeleden ibarettir, mantığına sahip bireyleri yetiştirdik. Bu yüzden insanlar, hayatta kalabilme tedirginliği yaşadıkları için artık birbirleriyle savaşmaktan çekinmiyorlar. benim kliniğime gelen hastaların birçoğu, kendi ayakları üzerinde durma mücadelesi verirken yorulup pes eden veya yıkılan kişilerden oluşuyor.
İlk bakışta kendine güvenen insan modeli kulağa çok hoş geliyor; ama pratik tecrübelerimle gördüm ki kendine güvenmek insanı yoruyor ve bu yorgun yaşantı bir yerde akıl sağlığını tehlikeye atıyor. Ben, sağlıklı insanı, 'kendi ayakları üzerinde durabilen değil, başkaları ile yardımlaşarak ayakta durmaya çalışan insan' olarak tarif ediyorum..." şeklinde bir itiraf ile terapilerde izledikleri yanlış adımları paylaşmaktadır.
Bu sözler emekliliğine az kalmış ve tüm ömrünü on binlerce ruh hastasını gözlemleyerek geçirmiş, yaşlı bir klinik psikiyatrın samimi tespitleriydi.
O halde, anne babalar, çocuklarını yetiştirirken onların ileride taşıyamayacakları yüklerin altına girmelerini teşvik etmemeliler. Tek başına ayakta kalma mücadelesine yönlendirmek yerine, sosyal çevreleriyle yardımlaşarak ve dayanışarak hayatlarını sürdürmeyi öğretmeliler.
Sırtına, taşıyamayacağından fazla yük yüklenmiş, hayatı bir mücadele ve ayakta kalabilme savaşı olarak tanımış çocuklar, korku, endişe ve şüphe içinde kalarak etraf ile iletişim kuruyorlar. Her an bir darbe endişesiyle çevrelerine şüpheyle bakıyorlar. Bu gergin bekleyiş, bir gün akıl zembereğinin boşalmasına kadar devam ediyor.
Kendi ayakları üzerinde durma mücadelesi veren çocuğun hali, bir gemide deniz yolculuğuna çıkmış şu yolcunun haline benziyor:
Bir adam, uzun bir yola çıkmak üzere gemiye biner. Kimseye muhtaç olmadan ve kendi ayakları üzerinde durarak yolculuğunu sürdüreceğine inanır. Kimseye güvenmediği için ve sırtındaki yükü yere koymamaktadır. Kendisinin bu garip tutumuna şahit olan diğer yolcular, "Kendine yazık ediyorsun, yolculuğumuz çok uzun, sırtındaki yükü indir ve dinlenmek üzere otur" dediklerinde, onun cevabı "Hayır, ben eşyamın kaybolmasını istemiyorum. Kendi ayaklarım üzerinde durabilecek ve kendimi idare edebilecek gücüm de var" diye söylese bu, ne kadar akıllıca bir cevap olur?
İşte insan da tıpkı bu yolcu gibi uzun deniz yolculuğuna çıkmıştır. Geminin kaptanına güvenmelidir. Sırtındaki yükü güven içinde yere indirmeli, aynı gemide yolculuk yapan diğer yolcularla tanımalı ve dayanışmalıdır. yoksa bu yolculuğun belli bir noktasında, taşımaya çalıştığı yükün ağır baskısı altında kalarak yere yığılabilir.
İşte yukarıda bahsettiğim psikiyatrın "Çocuklarımıza kendi ayakları üzerinde, kimseye muhtaç olmadan yaşaması gerektiğini öğretirken ne yazık ki büyük bir hata yaptık. Hastalıklı ruha sahip insanlar yetiştirdik. Korku, panik ve güven duygusundan yoksun insanlar oluşturduk" sözleri sırtındaki yükü indirmeden, korku ve endişeyle hayat yolculuğuna devam eden yolcuların halini anlatıyordu.
Hollanda Devlet İstatistik Enstitüsü'nün yaptığı araştırmaya göre 8 ile 11 yaşları arasındaki çocukların % 7 si ağır psikolojik problem yaşıyor. Yine aynı kurumun yaptığı araştırmaya göre, stres ile tanışma yaşı 8'e inmiş durumda. Halbuki daha ergenlik çağında bile olmayan bu çocuklar için hayat, rengarenk ve eğlence dolu bir lunapark gibi olmalıydı. Ne oldu da daha hayat yolculuğunun başladığı ilk yıllarda, çocuklar, ağır psikolojik problemler yaşar hale geldiler?
İnsan, sosyal bir varlıktır. Kendi ayakları üzerinde durarak yaşamayı beceremez. En güçlü insanlar bile en basit zaaf ve ihtiyaçlarını tek başlarına karşılayamazlar.
Düşünün lütfen!.. Bütün insanlar bir gün dünyayı terk etseler ve Mars'a gitseler, dünyadaki her şeyi de size bıraksalar... Bütün arabalar park yerlerinde öylece beklese ve hepsi sizin olsa... Tüm ülkelerin başbakanlık, krallık/kraliçelik makamına sahip olsanız... Dünyadaki tüm avro'lar, dolarlar ve TL'ler emrinizde bulunsa... Evler, apartmanlar... Kısacası gözünüzün görebileceği her şey sizin hakimiyetinizde!.. İşte size tek başınıza ayakta durabilecek tüm güç, kuvvet ve servet. Ama sizden başka bu dünyada tek bir kişi dahi yok! Mutlu olur musunuz? Tüm bu imkanlar sizde olsa kendinize bir Cumartesi gününü ayırıp çarşıda alışverişe gitme heyecanı duyar mısınız?
Bu bayram sabahı heyecanla erkenden kalkıp o günün mutluluğunu yaşayabilir misiniz? Yaşayamazsınız... Çünkü insan, tek başına ayakta durmak üzere programlanarak yaratılmış bir canlı değildir. Aksine her bir ihtiyacı için başka biriyle dayanışma içinde olmaya ihtiyaç hisseder. Bir marangoz ne kadar maharetli de olsa söküğünü dikecek bir terziye ihtiyaç duyar ya da bir terzi ne kadar usta da olsa bozulan kilidini tamir edecek bir çilingire ihtiyaç hisseder.
Tüm bunları teker teker analiz ettiğimizde görüyoruz ki insanın tek başına ayakta durmaya çalışması onun ruhen yıpranmasından başka bir şey değildir. Sağlıklı terbiye almış çocuk, "sosyal çevresiyle birlikte uyum sağlayarak ayakta durmaya çalışan" çocuktur. Hata sosyal çevresi ile uyum sağlaması bile bizce yeterli değildir.
Düşünün ki sosyal yaşantısı çok iyi olan bir çocuk var. Ama hayvanlara eziyet ediyor. Kuşların kafalarını kopartıyor. Kedilerin kuyruklarından tutup yere vuruyor. Bu çocuk sağlıklı terbiye edilmiş midir? Elbette, hayır! O halde, sağlıklı yetiştirilmiş çocuk, "hem sosyal çevreyle hem de hayvanlarla uyum içinde olan çocuktur" dersek yeterli mi? Tabii ki değil.
Varsayalım ki sosyal çevresi ve hayvanlar ile ilişkisi mükemmel olan bir çocuk var. Ama önüne geçen ağacın yapraklarını yoluyor. Çiçekleri kopartıp dallarını kırıyor. Elindeki kimyasal ve zehirli maddeleri sağa sola savuruyor. Bu çocuk ruhen sağlıklıdır diyebilir miyiz? Tabii ki değildir.
O halde tanımınızı genişletirsek "sağlıklı terbiye almış çocuk, sosyal çevresi ile dayanışmayla yaşayan ve kendi dışındaki, canlı ve cansız varlıklarla uyum içinde olmaya çalışan çocuktur" diyebiliriz belki. Bu ifade, sağlıklı bir terbiye metodunu kapsamlı bir şekilde tarif etse bile yine de yeterli değildir. Çünkü insanın ihtiyaçlarının içinde bir de sonsuzluk isteği vardır. İnsan ölümü sevmez. Yok olmayı istemez. Bir insan, bir gün yok olacağına, her şeyin birden sona ereceğine inanıyorsa o insan her ne kadar ruhen sağlıklı gibi görünse de beyninin bir köşesini kemiren "yok olma endişesinin" ağır baskısına yenik düşecektir. O halde "sağlıklı terbiye nedir?" sorusuna, "sosyal çevresiyle dayanışma ve yardımlaşma ile yaşamaya çalışan, kendi dışındaki, canlı ve cansız varlıklara değer veren, sonsuzluk istek ve heyecanını yok etmemiş çocuk, sağlıklı terbiye edilmeye çalışılmış çocuktur" diyebiliriz.
Gemide yolculuk yapan birini örnek olarak vermiştik; hatırladınız mı? Sırtındaki yükü indirmeden "tek başıma ayakta duracağım" stresi ile yoluna devam ediyordu. bu stresli yolcuya, bir de "bu gemi bir süre sonra batacak ve hepimiz yok olacağız" deseniz onu ne hale getirirsiniz? Hayatın bu yorucu yükü ve her şeyin boş olması, çıkılan yolculuğun yoruculuğu bu insanı pes ettirmez mi? Bu yolcu sonunda, kendini sarhoşluğa itip her şeyi unutmaya çalışmaz mı?
Otonom Çocuk Yetiştirmek, Bela Yetiştirmektir
Anne babalar çocuklarını en iyi şekilde yetiştirme çalışırken bir yandan onları kendi ayakları üzerinde durmaya teşvik ettikleri gibi diğer yandan da otonom (bağımsız) olmaya yönlendirmektedirler.
Uzun yıllar üniversitelerde ders vermiş bir psikolog, otonom çocuk yetiştirmeyi "başa bela" yetiştirmekle eş değer görüyordu. "Hayatı ben merkezci olarak algılayan çocukların ne zaman, ne yapacağı ve kimin başına hangi belayı açacağı bilinmez" diyordu.
Böylesi bir çocuk için hayatın anlamı, zevktir.
Hayatın anlamı, özgürlüktür.
Hayatın anlamı, "ben"dir.
Ona göre, "problem çözmek ve başkalarının derdi ile dertlenmek bir ahmaklıktır."
Belki çocukluklarda, bebeklik yıllarındaki o sempatik ve sevimli hal, bu davranışın çirkinliğinin görünmesine engel olabilir. Ancak yetişkin olmaya başladıkça ve ergenliğe doğru adımlar attıkça otonom çocuklar, anne ve babaları için birer kabus halini alabilirler.
Örneğin trafikte arabalar her ne kadar birbirinden bağımsız hareket ediyor olsalar da her bir trafik kuralı, her bir sürücüyü bir diğerine bağlı hale getirmektedir. Siz trafikteki bir araba sürücüsü olarak ben bağımsızım ve kimseye uymak zorunda değilim, diyerek sinyal vermeden dönebilir misiniz? Kırmızı ışıkta durmadan yolunuza devam edebilir misiniz? Hız sınırı konulmuş yollarda "hiç umurumda bile değil" diyerek sürat yapabilir misiniz?
Tabii ki yapamazsınız. Yaparsanız trafik canavarı olursunuz. O halde nasıl ki trafikte bağımsız olunamıyorsa sosyal yaşantıda da bağımsızlık diye bir şeyden söz edilemez. Eğer bir çocuk bu düşünce ile yetiştirilmeye çalışılırsa tıpkı trafik canavarının trafiği kabusa çevirdiği gibi, böylesi bir çocuk da sosyal yaşantıyı kabus haline getirebilir. Bundan da en başta anne ve babalar zarar görür.
O halde, anne babalar çocuk terbiyesinde hedef olarak otonomiyi ve bağımsızlığı değil, vicdan kültürünü ve bağlılığı seçmelidirler.
Kendine Güvenen Çocuk Yetiştirmeyin
Güçlünün her zaman kazanacağı düşüncesiyle hayata hazırlanan çocuklar, genellikle kendilerinden güçlü kişilerin gücü altında ezilmeye de mahkum olmaktadırlar. Her şeyi güç ve kendi başarısı ile elde ettiğini düşünen çocuklar, bunun böyle olmadığını ve olamayacağını anladıkları an, büyük bir ruhi çöküntüyle karşılaşmaktadırlar.
Hayat zordur. İnsan ise zayıf! Bu zayıf insanın ihtiyacı sınırsızdır. Sınırsız ihtiyaç sahibi insanın kendi sınırlı güç ve kuvvetine güvenerek değil, Allah'a güvenerek yaşaması onu ruhen daha da mutlu edecektir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları
(
Atom
)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder